Sanatçılar elbette öncelikle yapıtları ile tanınırlar ve onlarla anılırlar. Yapıtları görmemiz ve kim tarafından yapıldığını öğrenmemiz, ilk anda bize yeterli gelecektir. Kitaplarda ya da sergi alanlarında o yapıtların yanı başına iliştirilen küçük künyeler ise üretim yöntemlerini ve birtakım ölçü birimlerini açıkladığı kadar sanatçıyı temsil edebilir. O sanatçının nerelerde yaşadığı ve hangi mekânlarda çalıştığı daha sonra, yani kişiliğine dair özel durumlar ele alınmaya başlandıktan itibaren gündeme gelebilir.
Bu yüzden yapıtlar ve künyeler, içlerinde çok fazla bilgi saklarlar ve birilerinin sanatçıya ait bu özel durumları merak etmesi için sabırla beklerler: Yapıtlar nerede, hangi koşullarda, hangi düşüncelerle ve hangi duygularla yaratılmıştır? Teknik seçimler ve boyutlar hangi zorunlulukların sonucudur? Daha da ötede, bir sanatçının tüm düşünsel ya da teknik alanlarını belirleyen şeyin bir “mekân duygusu” ile açıklanabilmesi mümkün müdür?
Sanat üretimini yalnızca sanatçının bulunduğu mekâna bağlamak pek de güven vermeyen bir saptama sayılabilir, ama bunun etkisini göz ardı etmek de o söz konusu özel durumların ayrıntılarını ihmâl etmek olacaktır. Örneğin, sanatçıların yeni esinler ya da olanaklar peşine düştüklerinde kendilerini farklı ülkelerin, farklı kentlerin ya da farklı semtlerin atmosferlerine atmaları, yeni sosyal ya da ekonomik çevrelerin deneyimlerine başvurmaları, sanat tarihinde hiç de az rastlanır olaylar değildir. O halde şu var: “Mekân duygusu”, sanatçının tek başına üretimini gerçekleştirdiği bir atölye ile sınırlı kalmaz. Yukarıdaki satırlarda verilen sanat tarihi örneklerindeki gibi, bunun daha geniş bir çevre ile bağlantısı mevcuttur ki o noktada, diğer mekânlar ile de sosyal bir ağ örülmeye başlar: Birbirleri ile düşünsel ve duygusal yakınlıklar kuran, bir tercih olarak yaşama geçirilen mekânların bir bütünlüğü…
Argun Okumuşoğlu, Ahmet Elhan, Bilge Alkor, Murat Morova, Seyhun Topuz ve Esat Tekand’ın bir araya geldiği bu sergi, işte her birinin yapıtının yanı başına iliştirilmiş künyelerde gizlenen o ayrıntıya odaklanıyor: Tam anlamıyla, sanatçının kendi mekânı ile kurduğu bir ilişkiye, bir “mekân duygusu”na… Aynı zamanda da bu sanatçıların kendi mekânı ile diğer mekânlar arasında kurduğu düşünsel ve duygusal bütünlüğe…
Sergide yer alan sanatçıların birbirleri ile düşünsel ve duygusal bir bağ kurduğunu söylemişsek de bu, onların aynı yöntemlerle ve aynı anlayışlarla benzer yapıtlar ürettiği anlamına gelmiyor. Benzer yaşamlara sahip oldukları anlamına da gelmiyor. Oysa ilginç olan şu: Onlar yine de çok uzun yıllar boyunca kendi atölyelerini ve hatta özel yaşam alanlarını birbirlerine yakın tutmaya özen göstermiş, böylece ortak bir yaşam alanı kurmuş sanatçılar… Ve demek ki her bir sanatçı, o ortak yaşam alanı içinden hayli farklı sonuçlar çıkartıyor, hayli farklı düşünceler ve duygular ediniyor, dolayısıyla da karşımızda hayli farklı yapıtlar beliriyor. Yakın sanatçı mekânlarının toplandığı bir semtin, benzemezliklerden oluşmuş bir bütünlüğü olarak tanımlanabilir bu durum.
Söz edilen semtin adı Nişantaşı’dır ki burası genellikle ünlü markaların büyük mağazaları, gösterişli restoranları ve kafeleri, buralara akan turistleri, kaldırımlardaki şık insanları, caddelerdeki lüks otomobilleri ile tanımlanır. Bundan başka, bir zamanlar en büyük galerilerin yer aldığı bir sanat merkezidir de… Ne var ki bugün bu semt için düşünülen şeyleri, kentin başka yerlerinde de görmek ve farklı yaşam koşulları ile sert bir kontrast içinde yer aldığını bilmek gerekir. Üstelik Nişantaşı’na yakıştırılan o göz alıcı ve cazip sahne ne şimdiki zamanda böyledir ne de geçmiş zamanda da böyleydi. Orası da her zaman bu sert kontrastlardan payını almış bir semt olmuştur. Dahası, günümüzde kentteki büyük sanat galerilerinin yoğunlaştığı, sanat ekonomisinin denetlendiği, bu nedenle sanatçıların toplandığı bir merkez de değildir.
Sözü bir kez daha bu sergide yer alan sanatçılara getirirsek, bu sanatçıların her zaman için semtin kontrastlarının içinde olduğunu, o ayrışık pozisyonlarını farklı düşünceler ve farklı duygularla yapıtlarına taşıdıklarını belirteceğiz. Pekiyi nedir onları hâlâ Nişantaşı sahnesinde bir arada tutan şey? Bunun yanıtı kolayca verilemez, ama belki yeniden şu denilebilir: “Mekân duygusu”… Ve o duygunun uzantısında, sanatçıların kendi özel mekânları ile diğer ayrışık mekânlar arasında kurduğu düşünsel ve duygusal bütünlük…
Son olarak da şunlar söylenmeli: Bu sanatçılar, kendi mekânlarından çıkıp bir araya geldikleri, orada hemen her konuda bir şeyler paylaştıkları mekânları da yaratmaktan geri durmamışlardır. Argun Okumuşoğlu’na ait “44A” adlı mekân, bu konuda verilebilecek en iyi örnektir. Orası hem sanat etkinlik alanı, hem sosyal toplanma yeri, hem semtteki sanatçıların yapıtlarının depolandığı bir salon ve hem de Argun Okumuşoğlu’nun yapıtlarını ürettiği bir atölyedir. Öyle ki buranın sanatçıları kendinde toplayan karakterini, geniş bir hayal gücü kullanarak Zürich’teki “Cabaret Voltaire”in işlevi ile örtüştürebilmek pekâlâ mümkün.
Yaptığımız yorumlara ek olarak, serginin gerçekleştiği “Red Rouge Art”ı da anımsamalı. Bu galeri de semtteki aynı mekân ağına kendi karakteri ile dâhil oluyor ve çevresindeki “mekân duygusu”na ortaklık ediyor. Bu ortaklıklar düşünüldüğünde, sergiyi kendiliğinden bir toplanma eylemi, rahat bir paylaşım isteği ve hatta bir keyif yapma süreci olarak görmek hiç de şaşırtıcı sayılmamalı.
Emre Zeytinoğlu